MANTAR ŞÖVALYELERİ
Ormanda geçen sıradan bir günün sonunda, iki yakın arkadaş, yağmurdan sonra toprakta parlayan tuhaf renkte mantarları fark etti. Gülüştüler, mantarları dikkatlice incelediler ve neden olduğunu bilmeden bir dürtüyle onları yediler. İlk başta sadece hafif bir baş dönmesi hissettiler. Sonra çevre silikleşti, rüzgarın sesi yok oldu ve yerçekimi anlamını yitirdi.
Gözlerini açtıklarında, bulutların üstünde yüzen bir adanın kenarındaydılar. Gökyüzü, hem gündoğumunu hem de günbatımını aynı anda barındırıyordu. Ağaçlar havada süzülüyor, taş kaleler gökyüzüne doğru uzanıyordu. Manzara hem gerçekdışı hem büyüleyiciydi. Hiçbir şeyin yerçekimiyle ilgisi yok gibiydi, ama her şey kendi düzenine sadık görünüyordu. Bu dünya, tanıdık bir düş ile bilinmeyen bir masal arasında asılı duruyordu.
İndiklerinde, sessizlik dikkatlerini çekti. Ne kuş sesi, ne rüzgar, ne de yaşam işareti vardı. Ancak uzaklardan bir ses, yankı gibi, fısıltıyla karışmış bir yardım çağrısı duyuldu. Sesin peşinden ilerlediklerinde, yıkık taş kemerlerin, sönmüş fenerlerin ve bozulmuş yolların arasından geçtiler. En sonunda, yaşlı ve çatlamış bir ağacın altında, taşlaşmış gibi duran bir figürle karşılaştılar. Bu, ne tam bir canlıya benziyordu, ne de tamamen cansızdı. Gözleri aniden parladı ve konuşmaya başladı.
Yüzyıllar önce, bu ada bir cennetmiş. Tüm halklar, doğayla ve birbirleriyle uyum içinde yaşarmış. Ta ki, adanın merkezinden yükselen bir sis, karanlık bir tanrının habercisi olana kadar. Sislerin Efendisi, insanlardan inançlarını çalmış, halkı birbirine düşürmüş ve hepsini birer hayalete çevirmişti. O günden beri, ada sadece kehanetin gerçekleşmesini bekliyordu: Gökyüzünden gelecek iki yabancının, halkın inancını ve ruhunu geri getireceği gün.
İki arkadaş, ilk başta bunu bir halüsinasyon sanıp gülüp geçtiler. Fakat adanın farklı bölgelerini dolaştıkça her şey gerçeklik kazanıyordu. Ağaçlarla bütünleşmiş yaşayan varlıklar onlara eski şarkılar söyledi. Sisli göllerde yaşayan sessiz halk, onlara zamanın unutturduğu hikâyeleri anlattı. Kayıp Ruhlar Vadisi’nde, sadece gözleriyle konuşan savaşçılar, bir zamanlar uğruna öldükleri değerleri hatırlamaya çalıştı. Her yeni bölge, iki arkadaşı biraz daha büyüttü, biraz daha parçaladı.
Zamanla anladılar ki bu ada, onların iç dünyalarının da yansımasıydı. Korkuları, umutları, bastırdıkları her şey adanın dokusunda yaşıyordu. Ancak gerçek sınav, adanın merkezine, Sislerin Efendisi’nin yaşadığı yere geldiklerinde başladı. Burada fiziksel bir savaş değil, zihinle verilen bir mücadele bekliyordu onları. Sis, sadece gözleri değil, düşünceleri de karartıyordu. Ama birbirlerine tutunarak, birbirlerini unutmadan savaştılar.
Efendi yok edildiğinde, sis dağılmaya başladı. Ada halkı bir bir uyanıyor, gözlerinde ilk kez ışık beliriyordu. Ancak kehanetin son maddesi hâlâ tamamlanmamıştı: Adanın kurtuluşu için birinin burada kalması, adanın ruhuyla birleşip onu koruması gerekiyordu. Bu, ağır bir bedeldi. İkisi de kalmak istedi, ama ikisi birden kalamazdı. Sonunda içlerinden biri sessizce gülümsedi, diğerinin omzuna dokundu ve, “Senin hikâyeyi anlatman gerek,” dedi.
Geriye dönen, ormanda gözlerini açtığında sabah olmuştu. Yanında kimse yoktu. Ama cebinde, bulutların üzerinde görüp dokunduğu o tuhaf taştan bir parça duruyordu. Sessizce eve yürüdü. Ve o günden sonra kimseye anlatamadığı, ama her gece yeniden yaşadığı o rüyanın romanını yazmaya başladı.
Çünkü bazı maceralar, sadece yaşayanın bilebileceği kadar gerçektir.
Yorumlar
Yorum Gönder